Defne Suman’dan İnsanlık Hâli
Kitabın kapağına uzun uzun baktım önce. Üzerinde gelinliği ile
objektife gülümseyen Defne Suman’a, hemen arkasında aynı mutluluk ve heyecanla
gülümseyen Kokia’sına, Ege Denizine, gelinliğin yakasına iliştirilmiş küçük “mavi
bir şey”e…
Kapağı çevirdim sonra, derin bir mor iç kapakta, bana derin
bir dünyaya dalmayı vadetti.
İnsanlık Hâli… Defne Suman’ın İnternet blogunun ismi aynı
zamanda. Hani, ne olmuş olursa olsun, zarafetle açıklamaya çalışırız ya bazen
durumu, “insanlık hâli, oldu işte bir kere” gibi, sıcacık bir başlık.
Sonra iki epigraf selamlıyor beni, her biri kitaba dair yeni
bir algı katmanımın perdesini aralıyor:
Önce şu dörtlük:
Bütün
insanları dostun bil, kardeşin bil kızım
Sevginin
ürünüdür insan, nefretin değil kızım
Zulmün
önünde dimdik tut onurunu
Sevginin
önünde eğil kızım
Ataol
Bahramoğlu
Ve sonra şu alıntı:
“Fakat,
mesele bu değildi, mesele bir şeyleri, sıcak bir çorbanın kokusunu duyar gibi
hissedebilmekti.”
Oğuz
Atay, Korkuyu Beklerken
Orhan Pamuk, Kara Kitap’ın 1. Kısım, 1. Bölümünün girişinde
“Epigraf kullanmayın, çünkü yazının içindeki esrarı öldürür. (Adli)” demişti. Bu
okuduklarım esrarı öldürür mü bilmiyorum ama bana ayakkabılarımı çıkartıp,
yalın ayak ve parmak uçlarımda o odaların içinde sessizce dolaşmam gerektiğini
hissettiriyor. Bir mahreme girdiğimin farkındayım.
Aslında bu epigraflardan sonra sayfayı çevirip hemen o
odalardan birine giresim var yani “yaz” mevsimine, 28 Mayıs 2011’e, Defne ve
gelinliğinin içinde olduğu valizle birlikte havaalanındaki o kafeye ışınlanmak
istiyorum ama ondan önce duraklayıp Çağlayan Erendağ Onar’ın yazdığı müthiş
önsöze kulak veriyorum. Defne Suman’la nasıl tanıştıklarına, birbirlerinin yoga
ve edebiyat yaşamlarına nasıl dokunduklarına tanık oluyorum. Hayatta hiçbir
şeyin, hiçbir karşılaşmanın tesadüf olmadığına bir kez daha inanıyorum. Genellikle önsözleri ve hatta giriş-teşekkür
bölümlerini en son okurum. Bu bölümler kitabı okuyup bitirdikten sonra daha çok
şey ifade eder bana. Bu kitapta şimdi okuyorum. Hazzı geciktirmek istiyorum.
İtiraf etmem gerek, henüz Defne Suman’ın Emanet Zaman
şaheserinden başka kitabını okumamışım hatta bu kitabın başlangıcı sayılan Mavi
Orman’ı da okumamışım. Olsun Emanet Zaman tek başına yazarın
dünyasını, dilini, üslubunu, derinliğini anlamam için yeterli oluyor.
Derken sıra Defne Suman’ın yazdığı giriş ve teşekkür kısmına
geliyor. Kitabın içindeki yazıları
yazdığı zamanlardan, yayımlatmak istediğinde ise Saim Koç’un “sen şimdi roman
yaz” deyişinden bahsediyor. Bu bölümün bana göre en can alıcı ifadesi şurada:
“İnsanın yeteneği çoğu zaman kör noktasına düşüyor. Eğer bir başkası o yeteneği
görüp de oraya ayna tutmazsa, yetenek hiç fark edilmeden körelip gidebilir.”
Yazarın ifadesiyle “o tatlı ilkyaz gününde Saim Koç ve Çağlayan Erendağ Onar’ın
yüreğine bıraktıkları tohum”, ilk fırsatta defterini açıp bir sahneyi yazmaya
başlamasıyla filiz veriyor.
Giriş kısmında Defne Suman isminin veriliş hikayesini, onu
nerede Dafni, nerede Daphne diye çağırdıklarını, eğitimini, elinin tersiyle
ittiği planlanmış geleceği, seçtiği yeni yolu ve mesleğini anlatıyor. Her küçük
paragraf kitabın ilerleyen kısımlarında kökleniyor, büyüyüp genişliyor,
dallanıp yapraklanıyor. Giriş bölümünün sonu “bu kitabın yarısını ben
yazacaksam, diğer yarısını da okuyarak sen hayata getireceksin sevgili okur”
diye bitiyor. Bakalım benim gözümden kitap nasıl hayat buluyor…
Ama yakıyor. Çok fena yakıyor canımı.
Yanmasa nasıl küle dönüşür? Yoksa içine
zehir gibi akmasını mı istersin… Anladın mı?
Başımı salladım. Anlamıştım. Duyguyu
hissetmeden ondan geçiş yoktu. Yakmalıydı. Yaktığı yerden yenilik doğmalıydı.
Kapıdan çıkarken aklımdan geçenleri okumuş gibi seslendi:
Unutma! Yogiler külle yıkanır.
İnsanlık Hâli Defne Suman’ın valizine gelinliğini koyup, uçağa
atladığı gibi Kokia’sına gittiği Yaz mevsimi ile başlıyor. Bu bölümde yazar
evlilikten, ilişkilerden, hayattan, yogadan ve yazı yazmaktan dem vuruyor.
Yazıların ritmi, duygusu öyle yumuşak ve hafif ki yazarın yaşamının, günlük
rutininin, yoga kafasının, yaratıcı hâllerinin içinde keyifle, ilhamla
geziniyorum, birazdan kocaman bir nefes alıp derinlere dalmaya başlayacağımın
hiç farkında değilim. Yaz mevsiminin sonundaki uzun “Yogada Hoca Yitirmek” adlı
yazı bundan sonraki bölümlerde beni neyin beklediğine dair küçük bir ipucu gibi
sanki. “Geçmişin bir saniyesinde bile değişiklik olsaydı, şu anda bu masada
oturmuş, bunları yazıyor olmayacaktım.” diye bitiyor. Bazen büyük acılar ve
mutsuzluklar kocaman başarılara ve mutluluklara giden yolun tam eşiğinde
duruyor.
İkinci bölüm “Güz”de yazarın kendi birey olma serüvenine ışık
tutuşuna tanık oluyorum. Birey olmanın yolunu, “mikro mücadele” dediği kişisel
duruşların yaşamı nasıl şekillendirip dünyayı değiştirebildiğini, her bireyin
kendi mikro evriminden sorumlu olduğunu ve “bağımdaşlık”ın risklerini öyle
güzel anlatıyor ki bölümün sonunda “Küçük Şeylerin Tanrısı”ndan verdiği
örnekle sistemi, onu yürüten insanları daha net görüyor, kendimi bu düzenin
neresinde konumlandıracağımın aslında koşulsuz ve değiştirilemez bir biçimde
sadece kendi elimde olduğunu hayretle ve coşkuyla anlıyorum. Diyor ki yazar:
“Dünyada haksızlık, işkence, ıstırap almış başını giderken neden hâlâ ruhsal
özgürlükten bahsetmemiz, diğer insanların ruhsal özgürlüğü için yazmamız, ders
vermemiz, çalışmamız gerektiğini anladım. Çünkü sistem ruhları kilit altında
kurumuş, yaşama, varoluşa dair merakını çoktan yitirmiş ve ancak başkalarının
ıstırabında tatmin olabilen eksik esir insanlar tarafından devam ettiriliyor.
Oysa bilgeliğe yaklaşan her kişi, dünya üzerindeki saldırganlığı azaltıyor.”
Üçüncü bölüm Kış, Patanjali’nin” ilk sutrası “atha yoga
anushasanam” epigrafı ile başlıyor. Defne Suman bu cümleyi orijinal dilinde
bırakmış, belki de ancak içine düşen gerçek manasına ersin istiyor. Yoga
dersleri, yoga kafası, karlı İstanbul günleri ve Aylin Aslım’dan “hayat rengini
buldu, beklediğime değdi, ne güzel oldu” şarkısı fonunda yoganın derinliğine, yoga
hocası ve öğrencisinin ilişkisine mercek tutuyor yazar bu kez. Yoganın “ÇOK”
sevip “ÇOK” çalışırsam neler vadettiğini az biraz anlayınca hayranlık duyuyor, bunun
karşısında zihnin oyunlarına ve kendine karşı kurduğu tuzaklara hayret
ediyorum. Yoganın sanıldığı gibi gül bahçesinde değil cehennem ateşlerinde
gezintiye çıkardığını okuyor, kişinin zihinsel ve fiziksel gücünü eline
aldığında benzeri cehennem ateşlerinden nasıl bir bir geçtiğini düşünüp kırk
yaşımdan sonra yogaya başlayacağım için bir kez daha heyecanlanıyorum.
Dördüncü bölüm İlkbahar’da ve beşinci bölüm Yas’ta daha
derinlere iniyorum. Burada yazarın çocukluğu, anne-babası, aşkı, arkadaşları, hastalıklar
ve kayıplarla birlikte gelip katılıyor yolculuğuma. Emanet Zaman’ı
büyülü dilinden okuyup birkaç gün kendime gelemememe sebep olan yazar
satırların arasında bütün çıplaklığıyla karşımda duruyor. Yaşamını özgürlük ve
aşk peşinde ilmek ilmek örmüş bu güzel kadına bir yandan saygıyla karışık
hayranlık duyuyor, diğer yandan tanıklığımdan neredeyse mahcubiyet duyuyor,
saklanmak ve sessizce ağlamak istiyorum.
11 Ekim Cuma akşamı yazarın Advayta Bomonti’de düzenlenen
söyleşisi sırasında aldığım kitaba cumartesi akşamı başlayıp tüm pazar günü
devam ederek bitiriyorum, evden hiç çıkmıyorum. Bazı yazarlar ve bazı kitaplar
diğer tüm alternatiflerden daha kıymetli bir şeyler bırakıyor üzerimizde…
Yayıncı:
Alican Pınarbaşı, Altın Kaplumbağa Yayınları, Ekim 2019
Genel
Yayın Yönetmeni: Çağlayan Erendağ Onar
Editör:
Pınar Üstün
Kapak
Tasarımı: Arif Tansel Özalp
Çizimler:
Alican Pınarbaşı
Kapak
Fotoğrafı: Aisha Harley
Son
Okuma: Beste Eriş
Yorumlar